Gâvur Mahlesi: Gerçek Kesitler, Yorumlar ve 1.Bölüm


 Hüseyin Tepeler    30.05.2021 08:55:39  


GERÇEK KESİTLER-1: TAHSİN DEDE

            Tahsin Unutmaz.. Tahsin Dedem.. Çiçek bahçem.. İnsanız, bir diğerini kötülerken dilimize hakim olamaz, gelişi güzel, ağzımıza geleni sayar da, güzellikten bahsederken heybemizdeki az sözcükten birkaçını zor bela kullanırız.. Ve fakat gelin görün ki, “en” lafını (bakmayın şimdilerde her fırsatta çarçur ettiğimize) her sarf edişimizde çok ama çok dikkatli olmalıyız bence, çünkü zirveyi tanımlar kendisi, daha ötesi yoktur! Hele de bir gazetenin köşesinde, onu tarihin hafızasına kazıyacak, kurumsal kimliği olan, yüzlerce yıl sonrasına kadar arşivleyecek bir mecraya yazarken, on yüz bin milyon kere(!) düşünmeli insan.. Hâsılı, gönül rahatlığıyla şu tanımı bile isteye, ahh seve seve kullanıyorum mahallemizin dedesini anlatırken: DÜNYANIN EN GÜZEL ADAMI!

            Bahçesindeki kocaman ve bal gibi incirler veren ağaca çıkma imtiyazına sahip olan manevi torunlarından biriydim Tahsin Dede’nin. İki boş poşet verirdi, birini onlar birini de kendim ve arkadaşlarım, kalırsa da aileme götürmek için doldururdum, sokaktaki diğer çocukların bakışları altında, daha doğrusu altımda.. Her bayram, sokaktaki her anne, çocuklarına ilk iş Tahsin Dede ve eşi Gülten Ninemizin elini öpmeyi tembihlerdi. Aslında bunu yapmaları gereksizdi, çünkü küçücük ayaklarımız bizi o kocaman kapıya götürüyordu zaten. Bir şey söyleyeyim mi? Bazı güzel insanları sevmek, bazen en az onlar kadar güzel olabiliyor..

            Kimseyi incitmedi dedem.. Vefatı hariç, üzmedi, asla!

            Bu yazı dizisinin bu bölümünün ilk şahsiyeti olarak kendisini seçtim ve bu benim için şereftir.. Hatıran önünde saygıyla eğiliyor, ellerinden öpüyorum dedem..

OKUYUCUDAN GELENLER-1:

Gavur mahallesi diyince Adıyaman’ın arınmışlığı, saflığı, dışarıdan bazılarına korkutucu gelse de içeridekilere “anne kucağı” gibi gelen evler geliyor aklıma.. Yalınayak çocuklar, bayram davulu, Adıyaman’a çıkan yollar geliyor aklıma.. //Abdülkadir KAYIR

GÂVUR MAHLESİ/1. BÖLÜM

            Kışa sonbahardan daha yakın olan gri bir günün sabahında başladı bu hikâye. Evlerin birkaçı iki, geri kalanıysa tek katlı, ama hepsi gösterişsiz, renkleri pastel ve mattı. Sobalar yeni kurulmuş, bazı evlerin bacaları tütmekte, ötekiler çok daha soğuk günleri beklemekteydi ama sokağın taşlı topraklı yolları çoktandır ıslaktı. Tuğladan örülmüş, bazı yerleri yosun tutmuş bahçe duvarları, evleri tam anlamıyla birbirinden ayırmaya yetmemişti belli ki. Çünkü mahallenin çocukları, birbirlerine daha çabuk ulaşmak için o tuğlaların bazılarını yerinden söküp duvarların dibine basamak gibi dizmiş, bazılarının da köşelerini kırarak ayaklarını geçirip duvarın diğer tarafında da aynı yöntemle hazırlanmış bölüme kolayca atlamalarını sağlayacak bir sistem kurmuşlardı. Hiçbir ailenin bu duruma karşı çıkmamıştı, bilakis, yetişkinler bile çoğu zaman bu yöntemle komşularına uğramaktaydı.

            Sabahın griliğini yırtan ilk ses, her zamanki gibi sabah namazının hemen sonrasında işe koyulan Nurullah Emmi’nin bakkalının kepenklerini açtığında ortaya çıkan, metalik tizle karışık o kocaman gürültüydü. Demir çığlık atabilir mi? Nurullah Emmi’ye göre cevap “kesinlikle evet”ti. Ve sanki kendisi, ömrünü her sabah bu cevabı ispatlamaya adamıştı. İstisnasız her sabah, bütün sokak güne bu ses ve hemen akabinde civardaki evlerden yükselen, uykusundan sıçrayarak uyanan bebeklerin zırlamalarıyla başlardı. Böyle başlayan bir günün geri kalanı zaten ne kadar normal geçebilirdi ki? El cevap: “HİÇ”! Mahallenin geri kalanı da sanki kendilerini her gün bu cevabı ispatlamaya adamıştı! Sıra dışı insanların mahallesiydi burası..

- Kız kalğ çocığ ağlor!

- Uuvıyh, ne sen olan ne çocığın ola.. Acı bigün de sen kalğhaaa! Yanı yere gelesice!

ÇAATTT!!

            Velhasıl, bakkalın yakınında oturan her kadın, Nurullah Emmi’den biraz nefret ederdi..

***

            Hikâyemiz, mahalleye yeni taşınan bir ailenin eşyalarının yüklü olduğu 32 plakalı bir kamyonla ve “Orman Binası” diye tabir edilen lojmanların bahçe duvarında yan yana oturan çocuklardan şu an hikâyeyi kaleme alanının sorusuyla başlar:

Hüseyin: “Aboş, olım sıfır iki olması gerekmiyor mu bunun?”

Aboş: “Bilmom valla heral yanlış yazmışlar.”

Naci: “Yok olım ben bilom, adamın demek üç tane kamyonu var!”

(Birkaç saniye sessizlikten sonra kahkaha)

Naci: “Ne gülonız olım?!”

            Hemen sonra yine aynı plakalı Serçe marka beyaz bir araba gelip kamyonun arkasında durdu. Bir adam, karısı, ortaokul çağlarındaki oğulları ve O indi arabadan.. Açık yeşil kazağı, fırfırlı, pembe eteği, beyaz ayakkabıları, buğday teni, kına kızılı saçlarıyla Hasret, mahalleye gelmişti..

            Hasret’in annesi, Leyla Abla, yol boyu aralıklarla ağlamaktan kızarmış gözleriyle etrafı derin derin süzdükten sonra yeni evlerine baktı ve tekrar hıçkırıklara boğularak eve doğru öfkeyle yürümeye koyuldu. Yürürken sanki adımlarıyla yolu dövüyordu. Hey hat! Aynı hıçkırıklara hatta daha fazlasına yıllar sonra mahalleden taşınırken de boğulacağını bilse, acaba yine o kadar ağlar mıydı? Hayat işte..

>>>DEVAMI HAFTAYA