Gâvur Mahlesi: Gerçek Kesitler, Yorumlar 2. Bölüm


 Hüseyin Tepeler    13.06.2021 13:29:26  


GERÇEK KESİTLER-2: AYŞE ABLA

            Ayşe Bilgiç.. Ayşe Ablam.. O yıllardan bugüne gelen nadir geleneklerden biridir annenin en sevdiği yakınlarına annenin hitap ettiği gibi seslenmek. Bilenler (zaten, bir zahmet) bilir. Misal, annen bir komşunuza “… Teyze” diyorsa sen de öyle diyeceksin. Öyle yenge, hala, hatta teyze bile diyemezsin! Yahu kadın annenle nerdeyse aynı yaşta, ama adı … Abla! Haydi buyrun! Lakin elden ne gelir, anne ne derse o! Çocuk yaşımın ilk dumurlarından biri de bu tuhaf gelenek olmuştu o zamanlar a dostlar.

Ğuçe Aşey.. Aşi Dorani.. Ayşe Abla.. Seni anlatmaya nerden başlasam, öteki taraflar öksüz kalır.. Sevgili okurlar, inanın kilitlendim kaldım. Söz sustu. İyisi mi yine bildiğimi okuyayım da, okuyucunun rahat ve kolay anlaması için uğraşmaktansa, tam da içimden geldiği gibi aktarayım. Yoksa bu mevzu tam da burada, açılmadan kapanacak.. Ahh Ayşe Abla ah..

Yekten bir soruyla başlıyorum: Hani bazı insanlar vardır, öyle şahane, öyle içten, öyle güzel gülerler ki, onlara hep ama hep anlatmak istersiniz.. Yeri gelir bu uğurda maymunlaşırsınız da! Tabiri hoş görmeniz için affınıza falan sığınmayacağım. Çünkü çoktan kendi hayatınızdaki “O” şahsı hatırladınız bile!! Değil mi? Sahi soruyorum: Kimdir o?

Bir soru daha: Hemen şimdi bu cümlenin ardından, çocukluğunuzda anne ya da babanızdan yediğiniz/yiyeceğiniz bir dayaktan saklanmak için ilk koştuğunuz evi düşünün. O da olmadı, evinize geldiğinde, fazladan fazladan yaramazlık yapabileceğiniz, kendisi oradayken size herhangi bir ceza verilmesine katiyen izin vermeyeceğini bildiğiniz bir yetişkin yakınınızı düşünün.. Hatırladınız mı o güzelliği?

Seni çok özledim Ayşe Abla.. Hele annem, senin her bahsin geçtiğinde.. Bir süredir gözyaşımızı birbirimizden gizlemiyoruz onunla. Artık kocaman adam oldum diye değil abla.. Yorulduk.. Özlemekten yorulduk abla. Güçlü olmaya çalışmaktan yorulduk..

Bir köşe yazarı yemin eder mi? Hangi söz sanatı ya da yazı türü yazarın bunu yapmasına müsaade eder ki hem? Ama ne yapayım, “daha iyi nasıl ifade edebilirim” kaygısı bana çaresiz şunu yazdırıyor: Yemin ederim ki, biz, seni tanıyanlar, senden sonra hiçbir zaman tam sevinemedik, tam gülemedik, tam olamadık! Hiçbir şeyle tamamlanamadık!

Sırtını çok özledim Ayşe Abla.. Üzülme, sen gittikten sonra hiç kimse dövmedi beni.. Ama “gülsün” istedim diye çok dayağını yedim geriye kalanların!

OKUYUCUDAN GELENLER-2:

            Gavur mahlesi denilince benim aklıma kişilerin özelliklerine göre verilen lakaplar geliyor. Öyle sıradan lakaplar da değil ha, adını andığımız kişi için “tam da budur” dedirtecek cinsten ve o dönem çocuklarının yaratıcılıklarına hayret ettirebilecek lakaplar. O dönem anne babalarının isim arama üşengeçliğinden mi yoksa dede ve ninelere olan saygıdan mı bilinmez, gavur mahlesinde doğan çocuklara takılan isimler genelde birbirinin aynı olan, dededen babaya amcadan haladan yeğene geçen, bir elin parmaklarını geçmeyen çeşitlilikte olan isimlerdi. Küçük bir grup oyununda bile aynı isimde en az üç arkadaşınızla oynuyor olmanız pek de şaşıracağınız bir durum değildi. Haliyle, gavur mahlesi çocukları da arkadaşlarının her birine adeta bir AR-GE birimi çalışması titizliğiyle birer lakap bulup yapıştırmışlardı. İşin ilginç tarafı, o çocuklar o lakaplarla o kadar özdeşleşmişlerdi ki, kendileri bile lakaplarıyla seslenilmedikçe dönüp bakmıyorlardı. Hatta bazen birinin lakabı tüm aile fertleriyle ve hatta sülaleyle özdeşleşiyordu. Hemreşo gillerin tamamı bu lakapla biliniyordu mesela. Üç yaşındaki çocuğundan tutun da altmış yaşındaki dedeleri, anneleri, kızları, ağabeyleri, hepsine hemreşo deniliyordu. Çocukluğumdan kalan diğer bazı lakapların da o kişilere neden verildiğini büyüyünce anlamıştım. Muhtemelen burun eti sorunu olan “foffiyo”, kuşları çok seven, her fırsatta bunun uğruna kavga çıkarmaktan geri kalmayan “kuşey”, atom fiziğiyle alakası olduğundan değil de yerinde duramayan, tek başına on adama bedel bir tip olduğu için kendisine “atom” denilen Kemal mesela. Çizo Aziz’in sesi çok inceydi sanırım. “Miki” vardı (kulaklar Miki Mouse’a benziyordu, tipi gözümün önüne geldi de gerçek ismini hatırlayamadım), “çırrey” vardı (burnu hep akardı), “kürdo” vardı, “kara Gazi” vardı (çok esmer), “pis Mustafa” vardı (cimri), “dommey” vardı (kilolu), “dikko” vardı (horoz gibi dövüşürdü), ve daha şu an aklıma gelmeyen niceleri..  Hepsi de sahibinin karakteristik ve fiziksel özelliklerine cuk oturmuş, üstlerine yapışmış, yaratıcı lakaplardı. Çoğunun esas isimlerini hatırlayamadım ancak lakaplar unutulmuyor. Gavur mahlesinde lakaplarla anılırdı çocuklar, isimlerle değil. Zaten çoğu isim de birbirinin aynı, hiç özenmeden, isim arama telaşına girilmeden, nüfus memurunun aklına ilk geleni yazmasıyla konulan isimlerdi belki de… Hüseyin, Mehmet, Abuzer, Ali… Gavur mahlesi, lakap mahlesi! // Abidin Alkan

GÂVUR MAHLESİ/2. BÖLÜM

“Gençler, gelin siz de bir el atın! Eşyamız çok.”

            Kalın ve tok sesiyle, daha sözü tam bitmeden çoktan mum gibi dikmişti çocukları, polis memuru Yaşar Bey. Gövdesine nazaran kısa boynu, hafif kamburu, iri vücut hatları, keskin bakışlarıyla, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin şerefli bir memuru(!) olduğunu o kadar belli ediyordu ki kendisi.. Arabadan iner inmez yaptığı ilk şey muntazaman ütülenmiş pantolonunun paçalarını sol eliyle tutup sağ elinin tersiyle sillemek, ve hemen ardından belinin iki yanından dışarı çıkmaya yeltenmiş ama o kadar da başarılı olamamış olan gömleğini tekrar kemerinin içine sokuşturmak olmuştu.

            İlk önce Hüseyin atıldı. Yaşar Bey’in emrivaki ricasından dolayı değil tabii ki.. İçeri her girişinde Hasret’i tekrar görebileceği için. Öyle ki, kamyonun kasasından alıp hızla eve yöneldiği ilk yükü, küçücük bir saksıdaki küçücük bir menekşeydi. Çiçeği, hemen kapının ağzında duran dünya güzeli Hasret’in eline tutuşturdu ve başını hiç kaldırmadan dışarıya koşar adım yönelirken, onun bu telaşına anlam vermeye çalışan kızın hala aynı yerde durup kendisini izlediğinden habersiz, çiçeği alıp çoktan içeri gittiğini zannederek, kendini tutamadı, belki de sesli düşündü Hüseyin: “Allahım çok güzel ya!”

            Bahçe kapısından çıkmak üzereyken sırasıyla önce kocaman bir turşu bidonunu taşıyan Naci ve Aboşa, iki adım sonra da dikiş makinesini sırtlamış olan kamyoncuya tosladı. Kaval kemiği makinenin ayak tekerleklerinden birine çarpmıştı, fakat bu darbenin sızısını ancak o gece uyumadan önce tam anlamıyla hissedebilecekti. Telaşla kamyon kasasından kısacık boyuyla zıplayarak elinin ilk seçtiği şeyi, yeşil bir gırgırı kulpundan tutup tekrar eve doğru koştu. O gün o taşıdıkları, yükte hafif, pahada çok ağırdı!

            Gırgırı Hasret’e uzattığında kızcağızın hala elinde o küçük saksıyla oracıkta durduğunu fark etti. Daha ne olduğunu anlamadan, dünyanın en zor sorusunu duydu, o incecik, o ipek sesten: “Kim çok güzel?”

Telaş bazen en iyi kurtarıcıdır. Can havliyle aklına ilk gelen cevabı verdi:

“Çiçek.. Şeyy.. Çok güzel kokuyor da..”

            Koşarak uzaklaştı. Bu defa tüm utangaçlığıyla, üstüne üstlük kamyonun yanında etrafa poz atarcasına sigarasını tüttüren Yaşar Bey’in koluna çarparak sendeledi fakat var gücüyle kendi evine doğru koştu.

“Ulann!..”

Çok uzun yıllar sonra bile, olmayan(!) kokusuyla o çiçeği ve o kokuda arayacağı Hasret’i unutamayacağını bilse, acaba o gün yine o kadar hızlı uzaklaşır mıydı o evden?

>>>DEVAMI HAFTAYA