Demokrasinin Sınırı


 Adnan Boynukara    19.09.2021 11:42:19  


Var olan hoşnutsuzluklar ne kadar derin olursa olsun, sokak ve sokak aracılığıyla yönetimin değişmesini talep etmek demokratik değil. Demokrasinin en önemli özelliği, sokağa çıkmak isteyenlerin haklarını kısıtlamamak ve sokağa çıkmayanların düşüncesini de yok saymamaktır. Meydanlarda kalabalık olmak ile sandıktan çıkmak ve seçilmek çok farklı şeyler.

Güney Amerika, darbelerin sıklıkla yaşandığı bir coğrafya. Mesela; Brezilya’nın, 1 Nisan 1964 ile 15 Mart 1985 tarihleri arasındaki yılları, “askeri diktatörlük dönemi” olarak kabul edilir. Her darbede olduğu gibi “en kısa sürede sivil yönetime geçileceği” söylense de Brezilya’da bu süre, 21 yıl sürmüş. Ülke, “Atos Institucionais” denilen kararnamelerle yönetilmiş, Ulusal Kongre (Meclis) kapatılmış ve anayasa değiştirilmiş. Askeri diktatörlük döneminde yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle, 1985 sonrası “Yeni Cumhuriyet” olarak adlandırılmış.

Askeri diktatörlük sonrası süreçte etkili olan ana aktörlerden birisi Brezilya İşçi Partisi’dir. İşçi Partisi’nin verdiği mücadeleyi ve bu mücadeleye karşı sergilenen girişimleri inceleyen “Democracia em Vertigem” (Demokrasinin Sınırı) belgeseli, başarılı bir politik belgesel. Belgeseli, Petra Costa yönetmiş. Demokratik siyasal mücadele konularına ilgi duyanlara izlemelerini öneririm.

Brezilya İşçi Partisi İktidarı

Yeni Cumhuriyet döneminin önemli aktörlerden biri, İşçi Partisi (Partido dos Trabalhadores / PT) ve popüler bir sendikacı olan Luiz Inácio Lula da Silva. Sendikal mücadelenin lideri olan Lula, 1986 seçimlerinde Kongreye seçildi ve askeri diktatörlük sonrası yeni anayasa hazırlanması sürecinde aktif yer aldı. 1989, 1994, 1998 yıllarında yapılan başkanlık seçimlerine katıldı, ama kaybetti. 2002 ve 2006 seçimlerine yeniden Brezilya İşçi Partisi’nin adayı olarak katıldı ve yüzde 60’ın üzerinde oy alarak üst üste iki kez devlet başkanı seçildi. İşçi Partisi’nin Lula’dan sonraki devlet başkanı adayı Dilma Rousseff’di. Dilma 31 Ekim 2010 tarihinde yapılan seçimlerde yüzde 56 oy alarak ülkenin ilk kadın başkanı oldu. 26 Ekim 2014 seçimlerinde ise yüzde 52 ile yeniden başkan seçildi. İşçi Partisi’nin yürüttüğü seçim kampanyalarının ana teması; daha iyi eğitim, gelir dağılımı adaletsizliğini önleme, açlık ve yoksullukla mücadeleydi.

İşçi Partisi iktidarı döneminde, eğitim imkanlarının yaygınlaştırılması ve yoksullukla mücadele konusunda olumlu sonuçlar alınmıştı. Lula’nın, “tek bir Brezilyalı açlık çekiyorsa, utanç duymamız için binlerce sebep var” sözüyle hayata geçirilen, “Bolsa Familia Programı” ile 20 milyon insan yoksulluktan kurtarılmış, işsizlik verileri ülke tarihinin en düşük seviyesine inmiş ve ülke, 2008 küresel ekonomik krizine rağmen, dünyanın 7. büyük ekonomisi olmuştu. Bu tür olumlu gelişmelere rağmen parti iktidarda kalma sorunu yaşıyordu. İktidarda kalma sorununu aşmak için ise ülkenin yaşlı oligarşisiyle ittifak kurmak ve yolsuzlukla mücadeleyi ötelemek tercih edilmişti.

İktidardan Uzaklaştırma

2002’de İşçi Partisi ve Lula’nın Brezilya’da seçimle iktidara gelmesi ve aynı dönemlerde Venezüella ile Bolivya’da iktidara gelen sol/sosyalist başkanlar, Güney Amerika için farklı bir dönemin işareti olarak okunmuştu. Demokrasinin daha geniş kesimlere yayılması olarak değerlendirilen süreç, yerli/yabancı elitlerin müdahaleleri ve kurulan tuzakların iktidar tarafından fark edilmemesi nedeniyle sorunlar çıkmaya başladı. Ortaya çıkan sorunlar yönetilemeyince, aşırı sağcı popülist aktörlere ve yaşlı oligarşiye ‘at oynatacağı’ alanlar açıldı. İşçi Partisi’nin sonunu hazırlayan süreç ise Başkan Dilma’nın bankalara, faiz sistemine ilişkin eleştirileri ve sonrasında toplu taşımaya yapılan zam üzerinden planlanmıştı. Büyük bir örgütlü yapıya, mücadele geleneğine ve toplumsal kitleye sahip olan İşçi Partisi’nin iktidardan uzaklaştırılması o kadar kolay değildi. Bunun için olsa gerek çok taraflı bir darbe mekanizması kurgulandı. Siyaset, yargı, iş dünyası, medya, uluslararası organizasyonlar ve tüm bunları anlamlı kılmak için ise sokak gösterileri. Bu mekanizmanın işleyebilmesi ve özellikle de sokağın etkin kılınması için yolsuzluk konusu ana taşıyıcı faktör olarak işlendi.

Sürecin ilk adımı Başkan Dilma’nın görevden azledilmesiydi. Bunun için ise yoğun bir yolsuzluk propagandası yapıldı. Sokak eylemleriyle desteklenmiş bu kampanyanın sonucunda Dilma, 12 Mayıs 2016 tarihinden itibaren 6 aylık bir süre için görevden uzaklaştırıldı. Kamuoyuna yolsuzluk olarak sunulan süreç, aslında bütçenin muhasebeleştirilmesine ilişkin teknik bir meseleydi; bu önceki dönemlerde yapılmış ve mahkeme tarafından da uygun görülmüş bir muhasebe tekniğiydi.

Yaşananlarda asıl önemli olan ise süreci bu noktaya taşıyan ana aktörlerin kimliği. Bu noktada üç isimden bahsetmek mümkün. İlki; elitlerin/oligarşinin temsilcisi olarak devlet başkanı yardımcılığı görevini yürüten Michel Miguel Elias Temer Lulia. Michel Temer, elitler/oligarşi tarafından biçimlendirilen, çerçevesi çizilen süreci planlayan, koordine eden ve yöneten aktördü. İkinci önemli aktör ise parlamento darbesi olan süreci koordine eden ve yöneten Kongre Başkanı Eduardo Cunha. Sürecin diğer önemli aktörü ise savcı Sergio Moro. Moro, tartışmalı dinleme kayıtları üzerinden önce Dilma’yı, sonra Lula’yı ve daha sonra da İşçi Partisi’ne karşı yürütülen kampanyanın ana aktörlerinden birisi olan Kongre Başkanı Eduardo Cunha’nı tutuklayan ve görevden uzaklaştıran kişi.

Brezilya’da yürütülen kampanyanın amacı; İşçi Partisi’ni iktidardan uzaklaştırmak, Lula’nın yeniden devlet başkanı adayı olmasını engellemek ve aşırı sağcı liderlere alan açmaktı. Savcı Moro, Dilma’ın azledilmesinden sonra yerine geçeceği değerlendirilen Lula’ya karşı “ev davası” açtı. Hem savcı hem de yargıç olarak görev aldığı bu yargılama sonucunda Lula’yı mahkûm etti ve başkan adayı olmasını engelledi. Siyaset, yargı, iş dünyası, müesses nizamın sahipleri, medya, uluslararası organizasyonlar ve sokak gösterileri üzerine kurulan darbe mekanizmasının sonucunda, bireysel silahlanma ve şiddet yanlısı eski bir asker olan Jair Messias Bolsonaro’nun önü açıldı. Uygulanan yeni darbe mekanizması sonucunda Bolsonaro devlet başkanı seçildi. Sürecin önemli aktörlerinden birisi olan ve yargılamaları yürüten savcı Sergio Moro ise Bolsonaro hükümetinin adalet bakanı oldu.

Müdahale Mekanizması

Brezilya örneğinin bize gösterdiği temel sonuç, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan müdahale dinamiğinin, sürekli olarak gelişin bir mekanizma olduğu. Temel öncelikleri aynı olmakla birlikte, sürekli olarak güncellendiğini söylemek mümkün. Farklı ülkelerde yaşanan siyasal alt-üst oluşlarda uygulanmış yöntemlerin tümünün harmanlandığı ve yeni müdahale dinamiğine entegre edildiği bir mekanizma. Sürekli olarak gelişen bu mekanizmanın süreç içinde farklı ülkelerde uygulanacağını tahmin etmek zor değil. Bu nedenle, ortaya çıkan yeni mekanizmayı doğru tanımlamakta yarar var.

Genel hatlarıyla bilinen bu mekanizmayı özetlemek gerekirse; kritik hususlar şunlar: Müdahalenin planlı ve organize olduğunun anlaşılmamasına özen göstermek. Farklı siyasal kesimleri sürecin tarafı yapmak için farklı söylemler üretmek. Doğruluğu ve varlığı tartışmalı olan kimi bilgiler üzerinden kamuoyunu etkilemek. Müdahale edilecek aktörleri, var olan tüm ‘kötülüğün’ sorumlusu olarak göstermek ve nefret objesi haline getirmek. Akılda kalıcı ve şeytanlaştırılmış isimleri hedef alan sloganlar üretmek. Kitlesel katılımı artırmak ve hoşnutsuz tabanı genişletmek için sürecin ‘politik’ olmadığına ilişkin kanaat oluşturmak. Hatta, sokak gösterileri sırasında, tarafsızlığı ima etmek için “burada siyasi parti istemiyoruz” sloganları atmak. Demokratik süreçlerin, seçimlerin ve bunlara ilişkin kuralların sorgulandığı bir tartışma ortamı oluşturmak. Yapılanın müdahale/darbe olmadığı algısını yaratmak için de parlamentoyu ve parlamentodaki süreçleri itina ile işletmek…

 

Sokağın Talebi mi, Sandıktan Çıkan Sonuç mu?

Sürecin içinde olan aktörler farklılık gösterse de sandık dışı yöntemlerle iktidarları değiştirmek için devreye konulan mekanizmanın önemli unsurlarından birisi de, sokak gösterileridir. Toplantı ve gösteri hakkı elbette kıymetli ve demokrasinin önemli unsuru. Ancak bunun üzerinden demokratik süreçleri bypass etmek sorunlu. Seçilmiş iktidarın sokak eylemleri üzerinden değişmesini istemek, bunu zorlamak, demokrasinin sınırlarına zarar vermektir. Hatta demokrasinin sağladığı hakları ‘kötüye’ kullanmak, farklı bir müdahale mekanizması işletmek ve planlanmış müdahalenin değirmenine su taşımak anlamına gelmektedir. Burada dikkate alınması gereken konu, demokratik süreçlerin bypass edilme olasılığıdır ve demokrasinin sınırlarını ortadan kaldırmaktır. Hâlbuki, siyaset için asıl olan demokrasinin sınırlarını korumaktır.

Var olan hoşnutsuzluklar ne kadar derin olursa olsun, sokak ve sokak aracılığıyla yönetimin değişmesini talep etmek demokratik değil. Demokrasinin en önemli özelliği, sokağa çıkmak isteyenlerin haklarını kısıtlamamak ve sokağa çıkmayanların düşüncesini de yok saymamaktır. Meydanlarda kalabalık olmak ile sandıktan çıkmak ve seçilmek çok farklı şeyler. Tüm bu karmaşa içinde yapılacak şey; gösteri hakkının demokratik bir hak olduğu gerçeğini unutmayarak sokağı dinlemek, anlamaya çalışmak, empati yapmak ve taleplere ilişkin çözümler geliştirmek. Yani sokağın talebini dikkate almak.

Dikkate Alınmayan Faktör; İçeriden ‘Esir’ Alma

Sokak, insanların ne istediklerini açık açık ortaya koydukları bir süreç olduğu için sokağın taleplerini dikkate almak kolay. Hükümetler için asıl konu, içerideki kuşatmayı/esir almayı fark etmek ve yönetmektir. Çok sık uygulanmayan bu yöntem, genellikle ‘güçlü’ hükümetlerin olduğu ülkelerde devreye konulur ve etkisi görmezden gelinir. Halbuki, bürokrasinin sergilediği blokaj, sokak gösterileri ve parlamento içi süreçlerinin tümü içerideki kuşatmanın sonucu. Bu nedenle içerideki kuşatmayı fark etmek ve yönetmek önemli. Bunun önlenmesi ise ortak aklın işletilmesi ve sağlıklı bir strateji geliştirilmesi ile mümkün.

İktidarları içeriden kuşatma ve esir alma, genellikle, hükümetlerin biraz daha fazla iktidarda kalmak adına müesses nizam, elitler ve oligarşi ile kurmuş olduğu ilişkinin sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu ise ‘yönetilebilen/nüfuz edilebilen’ bir aktörün iktidara monte edilmesiyle hayata geçirilir. Sisteme monte edilmiş müesses nizamın, elitlerin, oligarşinin temsilcisinin temel görevi, sahici olmayan risk olasılıkları üzerinden iktidar aklını bloke etmek, yönlendirmek için ön almak, milliyetçilik üzerinden geliştirdiği dil aracılığıyla hem hükümeti ve kadrolarını değiştirmek hem de toplumsal olayları manipüle etmek. Bunun için ise sağlıklı çözümler geliştirmek yerine suçlama, tehdit etme, milliyetçilik ve hamasete dayalı tutum dayatılmak istenir.

Brezilya örneğinde, içeriden kuşatmanın ana aktörü başkan yardımcısı Michel Miguel Elias Temer Lulia. Miguel Temer açıklamalarıyla ön alıyor, iktidarın politikalarına nüfuz edip yönlendiriyor ve kurulan müdahale mekanizmasının işlemesi için bürokratik süreçleri işletiyordu. Bu nedenle dikkate alınması gereken konu, iktidar politikalarının hükümet olan partinin kuruluş ilkelerine, seçim beyannamesine ve hükümet programına uygun olup olmadığıdır. Burada bir sorun varsa, kuşatma ve ‘esir’ alma olasılığına bakmak lazım. Ancak hükümetler açısından iktidarda kalma ana hedef haline geldiği zaman, içten kuşatmaya ilişkin müdahaleler görülmez, hatta önemsenmez.

Ne yaptığını bilen güçlü hükümetler, yönetim süreçlerinin sağlıklı işlemesi için ittifaklar yapabilirler. Ancak bu tür hükümetler ittifak yapmak ile benzeşmenin, aynılaşmanın çok farklı şeyler olduğunu da gayet iyi bilirler. Bu nedenle içten kuşatma girişimlerine karşı hep teyakkuzda kalırlar.

Bazen çok ‘güçlü’ olmak, bu konuyu önemsememe gibi sonuçlar doğurabilir ve ‘esir’ alma amacıyla denkleme konulan aktörün işi kolaylaşır. Şayet hükümetin ana gövdesi ittifak yapılan aktöre bezemeye başlamışsa, söylem ve tutumlar örtüşmüşse kuşatmanın başarılı olduğu söylenebilir. Bu durumu kavramak için Brezilya İşçi Partisi ve Miguel Temer deneyimi çok güzel bir örnek. Unutulmasın ki; her ülkede bu mekanizmayı işletmeye istekli onlarca isim ve parti çıkabilir. Müesses nizamın ve elitlerin temsilcileri olarak sürece dahil olan aktörlerin ana motivasyonu ise kendilerini ülkenin ve devletin sahibi olarak görmeleridir. Her şeye rağmen, olan bitenin sorumlusunun, halktan oy alarak seçilmiş olan hükümet olduğu ise açıktır.

Sonuç olarak üç noktanın altını çizmekte fayda var. (1) Sokak gösterileri üzerinden demokratik süreçlerin bypass edilmesi ve hükümet değişikliklerinin sokak aracılığıyla sağlanması isteği demokrasinin sınırlarını yok eden bir taleptir. Sokağın taleplerini dinlemek ve çözüm geliştirmek ayrı hükümetlerin sokak gösterileri aracılığıyla değişmesi talebi kabul edilemez. (2) Asıl olan, toplumsal hoşnutsuzluğun, itirazların demokratik süreçler içinde işlemesidir. Çünkü demokratik süreçlere ve mekanizmalara kanalize edilemeyen toplumsal hoşnutsuzluklar ve hareketler, siyasal mühendisliklere kapı aralar. Bunu anlamak için yakın tarihi hatırlamak yeterli. Mesela 2013 yılında Mısır’da ve 80 öncesinde Türkiye’de yaşanan olaylar. Her iki örnekte de toplumsal hoşnutsuzluklar demokratik süreçlere yönlendirilmediği ve demokratik süreçler işletilemediği için süreç askeri darbelerle sonuçlanmıştı. (3) Hükümetleri etki altına alma, kuşatmak ve ‘esir’ alma görmezden gelinen bir müdahale şekli. Hükümetlerin bu konuda duyarlı olmaları gerekir. Ancak birçok hükümetin bu mekanizmayı ya fark etmediği ya da kendini ‘güçlü’ gördüğü için önemsemediği açık.

Sorun, halktan oy alarak hükümet olan partilerin, her ne sebeple olursa olsun, kendi doğrularını ötelemeleri, unutmaları ve kuşatma amacıyla sisteme dahil olan aktöre benzemeleridir. Bu tür kuşatma ve ‘esir’ almaların ülkelere, halklara ve hükümetlere pahalıya mal olduğu ise açıktır.

Yazının tamamı: perspektif.online