Gâvur Mahlesi: Gerçek kesitler, yorumlar ve 8. bölüm


 Hüseyin Tepeler    17.10.2021 13:03:19  


GERÇEK KESİTLER: AZİZ ÇORAPLI

            Çocuk gibi adamlar! Kimisi, hani denir ya, kelli felli, kimisi babanızın “ağğbi” diye hitap ettiği ama şaşırtıcı bir şekilde kendisinden daha genç görünen o şakacı, madrabaz arkadaşı..

            Cemal Süreyavari bir soruyla devam ediyorum: Sahi, sizin hiç babanız öldü mü?

            Eğer cevabınız “hayır” ise, hemen, yarından tez, koşar adım bir tuhafiye mi dersiniz artık adına elsivayikiki mi, koton mu bilmem, oradan bir GÖMLEK alın ona! Yine hızlı adımlarla gidip paketinden çıkarıp boyun kısmındaki naylon astarından, sağına soluna iliştirilmiş çengelli çengelsiz iğnelerinden kurtarıp silkeleyerek açın o gömleği ve gerekirse itirazlarına rağmen giydirin o adama! Evet yahu, ütüsüz ütüsüz!!

            Ve şöyle bir bakın o adama. “Vayy benim yakışıklı babam!” deyin! Sonra sarılın!.. Bir daha hiç sarılamayacakmışsınız gibi, kedi yavrusu gibi!

            Sarılırken boynuna veya koltuk altına denk getirin burnunuzu! Çekin içinize o fena cennet kokusunu! Hala bu satırları oturduğunuz yerden okumaya devam ediyorsanız son kez uyarıyorum, yok vazgeçtim, tam da olduğunuz yerde kalın, okumaya devam edin her biri öncekinden daha lüzumsuz bu harf yığınlarını!

            Cevabınız evet ise ilk paragraftan devam ediyorum: O adamlar babanızdan önce vefat etmişse siz de belki ilk defa o heybetli babanızın hüngür hüngür ağlayışına şahit olmuşsunuzdur. Ama yok, eğer babanızdan sonra ölmüşse..

            Şimdi itiraf ediyoruz, ediyorum Aziz Amca:

            BABAM BİR DAHA ÖLDÜ!

(Yedi yaşımdan sana bir not var, her seferinde olduğu ve bütün kahvehane arkadaşlarınızın güldüğü üzere: Baba şuna söyle bana eş………k demesinaa! Gönül ablam anladı.. Senle babamı yine güldürebildiysem ne mutlu, varsın gerisi bunu abes bulsun, zaten onlar onu yapmakta mahir, biz ise bunu..)

OKUYUCUDAN GELENLER: (TARİHİNDE İLK DEFA, MAHLEDEN OLMAYAN BİR KARDEŞİMİZDEN)

Çocukluğumdan beri hep kulağıma çalınan “gâvur mahallesi”, belki de orada hiç yaşamamış olduğumdan, bana hep ürkünç bir yer gibi gelirdi. Çünkü çocuk aklımla oraları hep kilisenin olduğu, Hıristiyanların yaşadığı, girip çıkmanın yasak(!) olduğu bir bölge olarak kodlamıştım. Ama ne zaman ki usta yazarımızın bu yazı dizisini okumaya başladım, ilk satırdan itibaren, önce bu mahalleye olan saçma sapan önyargılarım kırıldı ve hemen sonrasında bu mahalleyi, sokakları, evleri, insanlarını, hatta üstadın kaleminden damıttığı hikâyesinde geçen karakterleri, belki de hiç olmamış, yaşamamış olmalarını tahmin etmeme rağmen tanımak istediğimi fark ettim. Meğerse GAVUR MAHALLESİ her Adıyamanlı gibi, biraz benmişim. Özendim. //Esma FIRAT

GÂVUR MAHLESİ/8. BÖLÜM: “MAVİ’NİN YANKISI”

“Olım pars versene!!”

Mahalledeki her kadına ölümü gösterip sıtmaya razı eden şeylerden biriydi çocuklarının yaptığı maçlar. En iyi ihtimalle kirli, en kötü ihtimalle de sonradan annelerinin beceriksizliğini ispatlayacak yırtık pantolonla evlerine dönerdi o arsız çocuklar. El işi ve çabukluğun hamaratlık sayıldığı o yıllarda çocuğunun söküğünü acemice dikmek, acımasız gözlere malzeme vermek anlamına gelirdi ve hiçbir kadın bu riski almak istemezdi.

Futbol, şu an yeryüzünde nefes almaya devam eden her ERKEK için çok şey ifade eder. Hiç alakası olmayanlar bile -en azından- bunu söylemeyi matah bir şey gibi göstermeyi çok sever. “Ben takım tutmuyorum abi!” cümlesi mesela.. Her seferinde bu kadar güçlü tonlanan ama bu kadar aciz bir cümle olamaz bu cinsin lügatında.

Hüseyin ilk defa bir maçta böyle rezil-i rüsva olmuştu. O yıllarda ülkenin her karışında mahalle maçlarında oyuncu seçmeleri top sahibinin kararıyla başlardı. Fakat bu mahallede işler farklıydı. Top belki, ama topun sahibi kimsenin umurunda değildi.  Çünkü her an kendisine top muamelesi yaptıracak o kadar alternatif nesne vardı ki!! Balon, kırcik taşı, küçük bir tahta parçası, kenarı taşla düzeltilemediği için atıl durumda olan bir gazoz kapağı bile, futbol topuna dönüşüp birkaç dakika içinde kendisiyle ciddi ciddi maç yapan, birkaç dakika içinde bir araya gelmiş “yediye yedi” iki takımı toplayabilirdi etrafına. Kusura bakmayın, çünkü bu mahallenin çocukları futbol konusunda hiç o kadar romantik değildi..

Hüseyin hariç.. En azından o gün, o hariç..

O maç kariyerinin en zor maçıydı. Yok yahu, bir yerlerden idealist menajerler gelmedi mahleye o gün.

O gün Hasret de maçı izliyordu.. Sokağın diğer ucunda gürültüyle ip atlayan kızların yanında durmuş, bir yandan Hüseyin’in ablasıyla sohbet ederken bir yandan da ara ara gülümseyerek Hüseyin’i izliyordu. Bu duruma hiç alışkın olmayan Hüseyin adeta maymuna dönmüştü. Ayağına gelen her topa şut çekerek arkadaşlarının nefretini kazanıyor, gereksiz bir süratle koşarak rakip takım oyuncularına çarpa çarpa her dakika yeni düşmanlar ediniyordu.

Maç Hüseyin’in takımının ağır hezimetiyle bitmiş, çocuklar her zamanki gibi Muhsin dede gilin bahçe kapısının önündeki beton basamağa oturmuş soluklanmaya çalışıyorlardı.

Aboş: Naci hele git su getir içek.

Naci: La yiri hele 12 gol yemiş hala su istiyor benden. Ceennem ol git sen getir.

Aboş: Olım ben gidersem annem geri bırakmaz, git getiraa!

Naci: Getirmom, zıkkımın dibini iç!

Hüseyin: Taam la susun ben getirrrim.

            Her seferinde olduğu gibi büzüştürüp cebine iliştirdiği poşeti çıkarıp düzelterek Hasretlerin bahçesindeki musluğa yöneldi. Bütün bahçelerde emme basma tulumba çeşmeleri vardı. Fakat bu ev ve sahipleri gayet sosyetikti. Poşete suyu dolduracak, arkadaşlarına götürüp küçük delikler açarak hepsinin her zamanki gibi köpek enikleri gibi heyecanla su içmelerini sağlayacaktı.

            Hasret ortalarda görünmüyordu. Fakat yine de Hüseyin çok tedirgindi ve bunun sebebi az sonra anlaşılacaktı. Suyu açtı.

            “Maç yaptınız demiii? Eşşek herif seni! Beni niye çağırmon? Sen duur..”

            Seslenen Denizdi. Mahallenin çılgın ve yaramaz kızı. “Erkek Fatma”sı. Hüseyin’in başının tatlı belası. Can dostu. Hasretlerin üst katında oturan ev sahibinin en küçük çocuğu.

Hüseyin: Niye çağıriim? Kızlar top oynamaz, bin kere dedim sana. Tama hah sana gülera!

Deniz: He he erkekleri de göroğ. Aboş iki tane namus gol yedi, Naci de boş kaleye atamadı. Aynı eşşek gibiler.

(Namus gol: Bacak arasından yenen ve tüm takımın aynı el hareketleriyle “Alahaaaaa!!!” diye bağırarak kaleciyle dakikalarca dalga geçtiği gol şekli.)

Hüseyin (kızararak): Saaney kız? Bişey soracam, sizin şu kiracı, Hasret, nerde, eve mi gitti?

Deniz (gülerek): Saaney la! Bekle ben de gelom. Sizin takımdakileri bi zaklanim.

Hüseyin: Gelme valla çok sinirliler seni hış ederlera. Karışmam!

            Nereye karışmıyor? Ölüme giderdi Deniz için. Deniz mahallenin en küçük, en sevimli, en haylaz çocuğuydu. Adeta herkesin maskotu gibiydi. Kısa, simsiyah ve kıvırcık saçları, bembeyaz teni, iri gözleriyle oyuncak bir bebek gibiydi. Kızların erkeklerle asla oyun oynamadığı bu mahallede kendisi hep Hüseyinle takılıyor, adeta bir erkek çocuğu gibi davranıyor, gözünü budaktan sakınmıyordu. Hüseyin başlarda arkadaşlarının alay etmelerinden çekinse de kendisi de Deniz’in arkadaşlığından aldığı lezzeti kimsede bulamadığı için kızcağızın ısrarlarına karşı koyamamaya, sonra da her fırsatta zamanını onunla geçirmeye başlamıştı.

            Hasretlerin bahçesinden çıkacakken tam da o anda evin önüne mavi bir araba yanaştı. Hüseyin’i son anda fark etmese ezebilirdi. O korku şokuyla elindeki poşeti düşüren Hüseyin, olduğu yerde kalakalmıştı. Arabadan uzun boylu, yakışıklı bir adam indi. Hüseyin’e sarılarak özür diledi ve şahane gülüşüyle onun kalbini kazandığı yetmiyormuş gibi cebinden çıkardığı çikolatalı gofretlerden birini ona verdi. Hüseyin tam sakinleşecekken arkasından koşarak gelen Hasret’in bütün mahallede yankılanan sevinç çığlıklarıyla irkildi:

“Amcaaa!! Yaşasın amcam geldi! Heeeey!”

            Birkaç haftalığına abisine misafirliğe gelen bu yakışıklı delikanlı, kısa sürede herkesin sevgisini kazanacak, başta Hüseyin olmak üzere mahalledeki tüm çocukların kahramanı, rol modeli olacaktı.

>>>>> DEVAMI HAFTAYA