Herşey yazılmıyor..


 R. Ferhat VURAL    28.11.2021 12:10:00  


 

Gazetecilik zor zanaattır. Kimsenin güdümüne girmeden, bu mesleğin namusunu lekelemeden habercilik yapmak gerçekten zordur. Hele sadece doğruları yazıyorsanız, iktidarın da muhalefetin de yanlışlarını dile getiriyorsanız, tabiri caizse “Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranırsınız”  

Her işte olduğu gibi bu mesleğinde iki yönü var. Biri maddi diğeri manevi boyutu. Maddi boyutu külfetlidir, gazetenin ayakta kalması, yayınını sürdürebilmesi için düzenli bir akarının olması lazım. Bu ne ile olur? İnsanlar ya abone olur ya da ilan reklam ile destek olmaya çalışırlar. Bunlar olduğu zaman yayın organı ilkelerinden ödün vermeden yoluna devam eder. Olmadığı zaman da, ya dükkanı kapatır,ya da bazı güçlerin emrine girer, o odakların borazanı olur ve medya olmaktan çıkar…Bir gazete halkın sorunlarını yansıttığı ölçüde gazetedir, halkın değil de güçlünün sazını çalıyorsa, o sahibinin sesi bir paçavradır, yazanda gazeteci değil paralı bir tetikçidir…

İşin manevi boyutuna gelince. Burası daha sıkıntılıdır. Örneğin, bizim sosyal medyada kişisel takipçilerle birlikte 70 binin üzerinde takipçimiz var.Bu takipçilerimizden her gün onlarca mesaj gelir. Kimi belgeli, kimi sadece bireysel sorun,bazıları dedikodu, bazıları yanlış yönlendirme(akıllarınca) bazı mesajlarda gerçekten haber değeri taşıyan sorunlar.

Gelen bu mesajların hepsini haber olarak dile getirmek kolay değil. Haber değeri olanları, belgelendirdiklerimizi paylaşırız ancak, yüzde yüz gerçek olmasına rağmen belgeli değilse yayınlayamıyoruz. Bunu yapmadığımız zaman hem karşı tarafın tacizine maruz kalıyoruz hem de vicdanen rahatsız oluyoruz.

Birde gazetecilik ahlakının verdiği bir sorumluluk vardır. Bu etik, her önüne gelen haberi yayınlama özgürlüğünü vermez. O haberi yayınladığın zaman toplumda infial uyandırıyorsa, başka olaylara sebebiyet verecekse yayınlayamazsınız. Bize en çok gelen mesajlar torpil,etik dışı olaylar ve hırsızlıklardır. Bu etik dışı olayları haber yaptığınızda, kendi şehrinizin ismini lekelemiş olursunuz ve yıllarca bu leke silinmez. Burada yapmanız gereken bürokrasiyi harekete geçirmek olmalıdır.O fiili işleyen failin hak ettiği cezayı alması için çaba göstermenizdir. Sorumlu yayıncılık bunu gerektirir.

Asıl gazeteciliğin zırt dediği nokta, Nasrettin Hocanın fincancı katırları hikâyesidir.

Hoca, bir gece sohbetinden dönerken kestirmeden gideyim diye mezarlıktan geçiyormuş. Karanlıkta boş bir mezara yuvarlanmış. Bir miktar korkmuş ama aklına bir hinlik de gelmemiş değil. “Dur bakalım,” demiş, kendi kendine: “şurada biraz yatayım Münker-Nekir gelecek mi gelecekse bana ne sual edecek?” derken, dışarıdan çan sesleri, deh, çüş, sesleri duyunca: “Ne oluyor?” diye mezardan kafasını kaldırmış. Kafasını kaldırmasıyla kızılca kıyametin kopması da bir olmuş. Onlarca katır sağa sola çifte atarak kaçışmışlar. Meğer mezarlığın kenarındaki yoldan fincancı katırları geçiyormuş. Fincan bu, böylesj bir hengâmede sağlam kalır mı? Fincancılar öfkeyle Hoca’nın yanına gelip sormuşlar:

– Kimsin sen bre adam, ne arıyorsun burada?

“Ben Nasreddin Hocayım,” diyecek değil ya:

– Ben, demiş, ahiret kişisiyim, dünyaya gezmeye çıkmıştım.

Fincancılar Hocayı bir güzel benzetmişler. Ahiretin değil ama dünyanın kaç bucak olduğunu Hoca’ya iyice göstermişler.

Hoca, yüzü gözü morarmış, yaralar ve çürükler içinde eve gelince karısı telaşla:

– Efendi, kurban olayım, demiş, ne bu hâlin?

Hoca zar zor konuşmuş:

– Deme hatun, öbür dünyadan geliyorum!

Karısı şaşkın:

– Eee, ne var ne yok oralarda, deyince:

– Fincancı katırlarını ürkütmezsen, demiş, iyilik güzellik!

Bilmem anlatabildim mi?

Sağlıcakla kalın