İktidarın Dönüştürme Gücü ve Sonuçları


 Adnan Boynukara    21.08.2022 11:16:36  


Ülkenin geleceği için somut hakikatin, sahici hedeflerin yüceltildiği ve eleştiri geleneğinin muhafaza edildiği yeni bir siyasi iklimin oluşturulması şart. Bu yapılamazsa, yeni yüzyıl da ıskalanır ve coğrafyanın ortaya çıkardığı bütün pozitif imkânlar sahte çatışmalara kurban edilir.

AK Parti iktidarının son yıllarda ortaya çıkan değişimi nedeniyle gündeme gelen konulardan birisi de muhafazakâr/dindar kesimin yaşadığı dönüşüm ve bugünün geçmişle kıyaslanması. Yapılan değerlendirmelerin çoğunluğunun bu olguyu anlamaya, nedenlerini sorgulamaya ve değişimin ortaya çıkardığı sonucu kavramaya yönelik olduğunu söylemek zor. Çünkü büyük kısmı, siyasal ve ideolojik kamplaşma üzerinden yapılan değerlendirmeler. Bu anlamıyla da iktidarda ortaya çıkan değişimi anlamaktan uzak. Değerlendirmelerin problemli olmasının, var olan yanlışları ve sorumluluğu ortadan kaldırmadığı da açık.

İktidarın Dönüştürme Gücü

Devlet denilen aygıt ile kurulan ilişkinin türü ne olursa olsun, devlet aygıtı, ilişki kuranı değiştirir ve dönüştürür. Değişim veya dönüşüm büyük oranda olumsuzluk şeklinde ortaya çıkıyor. Bu sonuçtan kaçınmak neredeyse imkânsız. Analizlerin üzerine oturduğu temel gerekçeler farklı olmakla birlikte, sonuçların aynı olduğu söylenebilir. Dönüştürme bazen öyle derin bir düşünsel sapmaya ulaşır ki, ortaya çıkan dönüşümün arkasındaki motivasyonu anlamak dahi zorlaşır. Tüm siyasal kesimler bu gerçeklikten nasibine düşeni alsa dahi, dönüşümün/benzeşmenin hızlı ve yoğun olduğu kesim muhafazakârlardır. Buna ilişkin olarak; karşıtlık ile muhalif olmanın birbirine karıştırılması, düşünce sistematiğinin benzerliği, olaylar karşında tutum alma tarzının örtüşmesi, dini menkıbeler/hikâyeler üzerinden üretilen genellemeler, kimi düşüncelerin toplumsal dinamiklerden kopukluğu ve devlet işleyişini kavramaktan uzak olma gibi etkenleri saymak mümkün.

Aslında sorun, dönüşmekten/benzeşmekten öte, iktidar süreciyle birlikte ortaya çıkan politik dilin ve tutumun egemen anlayış ile aynılaşması. İktidar sürecinin ve elde edildiği düşünülen gücün tüm kesimlerde benzer bir dil, tutum ortaya çıkardığını söylemek mümkün. İktidarın geçici bir süreç olduğu unutulup, kendini devletin ‘sahibi’ gibi görünce ortaya çıkan sonuçlar, olan bitene karşı sert tutum alma, kendini müstağni görme, hesap vermekten kaçınma, hatta kendini hesap sorma makamı olarak konumlandırma, ‘nefret’ ifadeleri kullanma vs. Birçok olumsuzluğun altında yatan temel sebep olan, kendini devletin sahibi görme anlayışının nedeni ise devletin yüklendiği roller ve devlete yüklenen gizem ile doğrudan ilgili.

İnsanların hayatını kolaylaştırmak için oluşturulan bir organizasyona kutsiyet atfedildiğinde, hiçbir uygulama sorgulanmaz, kaynakların nasıl kullandığına ilişkin konular konuşulmaz, bunu yaparken vatandaşlar arasındaki ayrımcılıklar makul görülür… Olan bitenin doğal sonucu ise sistem dışında kalanlarda ortaya çıkan ‘intikam’ duygusu ve rövanş alma arzusu. Ülkenin enerjisi, bu iktidar olma ve intikam alma döngüsü içinde heba edilir. Doğru olmadığı bilinmesine rağmen hiç kimsenin aklına, “Biz, bize yapılanı başkasına yapmak için mi iktidar olduk” sorusu gelmez. “İktidara gelmek için dile getirdiğimiz ulvi ideallere, yaptığımız açıklamalara, yazdığımız parti politikalarına ne oldu” sorusunun peşine de kimse takılmaz. Çünkü iktidar sürecinin ortaya çıkardığı iklim nedeniyle sağduyu ‘tatile’ gitmiştir.

Kendini Devlet ile Özdeşleştirmek

İktidar süreçlerinin en temel sorunu, kendini devlet aygıtı ve ona egemen olan bürokratik kadrolar ile özdeşleştirmektir. Tüm iktidarların yaşadığı bu sorun, uzun süre iktidarda kalan partiler açısından çok daha problemli bir hal alır. Mesele; çevreden gelen, çevrenin sorunlarını bilen, bu sorunlara çözüm vaat eden, tutarlı vaatleri nedeniyle çevrenin desteğini alan ve iktidara gelen siyasi partilerin dönüşmeleri. Bu tür dönüşümler, dört nedenden dolayı önemli. İlki; içinden çıktıkları kitlede büyük umut kırımı, hayal kırıklığı oluşturmaları, ikincisi kontrolsüz dönüşümün ortaya çıkaracağı demokratik tutumlardan yoksunlaşma sorunu, üçüncüsü bu savrulmanın toplumsal zeminde ortaya çıkardığı problemli ruh hali, dördüncüsü ise dönüşümün sebep olduğu ideolojik farklılaşma.

Bu noktada üzerinde durulması gereken konu, yaşanan şey bir dönüşüm mü, yoksa dönüştürme mi olduğudur. İkisi arasında önemli bir fark var. Bireysel irade veya örgüt/parti kararı sonucu ortaya çıkan durum dönüşümdür. Dönüşüm, büyük oranda içinden çıktığı kitleyle bağını minimize etme, sınıf ve statü olarak farklılaşma, mekânsal değişim, düşünsel farklılaşma gibi biçimlerde ortaya çıkar ve kitleyi kaybetme sonucunu doğurur. Sonuçlarından bağımsız olarak, bir tercihin sonucu olduğu için fazlaca üzerinde durulmaz. Ancak yaşanan süreçler planlı bir dönüştürme stratejisinin sonucuysa hem devlet hem kitle hem de dönüştürülen siyasi anlayış için sorundur ve üzerinde durulması gerekir. Çünkü bu durum farklıdır ve gelecek için sorun oluşturabilir. Farklı siyasal geçmişe sahip olanların aynılaşması, toplumsal çoğulculuk için de risktir. Riskli olmasının nedeni ise daha geniş bir kesimin kendini devletle özdeşleşmesidir. Devletler tarihi, kitlenin, siyasi kadroların ve liderliğin devletle özdeşleşmesinin ortaya çıkarabileceği olumsuzluklara ilişkin örneklerle doludur.

 Herkes bilir ki, siyasetin en önemli güç kaynağı, halk/seçmen/millet ile kurulan ilişkidir. Devlet ile özdeş hale gelindiğinde bu bağ kesilir. Çünkü var olan devlet aygıtının temel felsefesi, vatandaşın ‘görmezden’ gelinmesi ve araya mesafe konulması temeline oturur. Bu olunca da olumsuzluğun her türüne hazır olmak gerekir. Aslında muhafazakâr düşüncenin kendine ilke edindiği ve “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ifadesiyle ortaya çıkan felsefe, bahsettiğimiz olumsuzluğu giderecek tek ilaçtır. Sorun, bunun sıklıkla kullanılmasına rağmen benzeşmenin, aynılaşmanın hızlı bir biçimde ortaya çıkması ve bunu durdurmaya ilişkin bir ihtiyacın gelişmemesi. Halbuki Şeyh Edebali’nin, “Ey oğul, insanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözü, sağlıklı bir devlet anlayışının ilk adımıdır. Şayet halkın talepleri dikkate alınmıyorsa, halktan kopuk bir hayat sürdürülüyorsa bahsettiğimiz sözün tekrarlanmasının hiçbir anlamı olmaz.

İktidar ‘Nimetlerine’ Esir Olma

 Yukarıda izah ettiğimiz gibi ortaya çıkan şey dönüşüm değil, belirlenmiş bir strateji kapsamında ortaya çıkan dönüştürme ise olan biteni anlamak imkânsız hale gelir. Doğal olarak, hiç kimse kendisinin birileri tarafından dönüştürüldüğü fikrine sempatiyle bakmaz. Bu durum, kendi iradesini yok saydığı için kabul edilmez. Ancak süreç nasıl ilerlerse ilerlesin, bir biçimde olan bitenin farkına varılır. Farkına varıldığında da ortaya çıkan uçurum nedeniyle, geri dönmek çok zordur ve tercih edilmez. Bu durum ortaya çıktığında ise siyasetin, zemini tahkim etmek için kullanmak istediği argüman, iktidar nimetlerinin kaybedilmesi olasılığıdır.

 İktidar sürecinde ortaya çıkan nimetlerin kaybedilme olasılığı üzerinden ortak bir siyasi payda oluşturulmaya çalışılır. Kendi doğal siyasal çizgisini sürdürerek var olma ve toplumsal talepleri anlayarak, çözüm üreterek var olan desteği tahkim etme imkânı varken, başkalaşma sonucu olarak ortaya çıkan siyasal zemin kaymasının, salt ‘nimet’ söylemi üzerinden durdurulması çok zor. Yapılacak şey basit; seçmendeki değişimi okumak, anlamaya çalışmak, iletişimi muhafaza etmek ve beklentilere ilişkin ortak bir çalışma yaparak hayata geçirmektir. Buradaki temel sorunlardan birisi de parti ve devlet kadrolarıyla kurulan ilişki ve görüşmelerin, toplum ile kurulan ilişki şeklinde sunulmasıdır. Bununla birlikte, ilişkinin tek taraflı, yani “konuş ama dinleme” şekline dönüşmesidir.

Sonuç olarak; herkes tarafından bilinen adımlar atılmadığı zaman, muhalefetin ‘rövanş’ almaya yönelik ifadeleri dahi yaşanılan sorunu durdurmaya yetmez. Yani; akıl süzgecinden geçmeyen her türlü girişim, işlevsiz taktik adım olarak ortada kalır. Çünkü farklılaşma derin ve bu derinliğin kapanmasının ilacı sahici adımlar atmaktır. Bundan daha önemlisi ise siyasi partilerin iktidar nimetlerine ‘esir’ olmasıdır. Bu tür süreçlerde ortaya çıkan hiçbir sonucun/‘nimetin’ savunulan düşünceden önemli olmadığını bilmek önemli.

Eleştiriye Karşı Tahammülsüzlük

Yaşanılanın dönüşüm mü, dönüştürme mi olduğu, yapılan eleştirilere karşı sergilenen tutumlar ve buna ilişkin kullanılan ifadeler üzerinden daha net anlaşılabilir. Devlet kurumlarının ve memurların uygulamada sergiledikleri kimi yanlışlara karşı dile getirilen eleştirileri kendine yapılmış gibi kabul etmek, farklı ifadelere karşı ayrıştırıcı sıfatlar kullanmak, değişik görüşlere/değerlendirmelere ilişkin sert ifadeler kullanmak oldukça sorunludur ve eleştiriyi kabul etmemektir. Halbuki, siyasi hareketlerin en önemli beslenme kaynaklarından birisi de eleştiri kanalarının açık olmasıdır.

Bu arada bahsettiğimiz sorun, yani eleştiriye kapalı olma, neredeyse tüm siyasi partilerin ve ideolojik grupların yaşadığı ortak bir sorun. Burada iki noktaya değinmekte yarar var. İlki; “Bizim arkadaşlar yanlış yapmaz” veya “Bizimkiler iktidarda nasıl eleştirelim, eleştirirsek muhalefet güçlenir” şeklinde özetlenebilecek pozisyonlar. Bu oldukça sorunlu bir durum. Eleştiri yapmayı, gördüğü yanlışları dile getirmeyi kişilere veya siyasi anlayışlara bağlamak ciddi bir düşünsel sorun. İkinci konu ise binlerce insanın emeğinin heba edilmesine itiraz edenlerin düşmanlaştırılmasıdır. Bu da oldukça sorunlu bir durum. Çünkü siyasi partiler dar örgütler değil, kitle hareketleridir ve kitle hareketleri ortak emeğin ürünüdür. Asıl olan bu emeğe sahip çıkmak ve çoğulculuğu içselleştirmektir. Hem her bir oyun kıymetli olduğu vurgulanacak hem de en ufak eleştiri düşmanlaştırılacak veya bunun yapılmasına ses çıkarılmayacak. Bunun doğru olmadığı gayet açık.

Analiz Değil Kimliksel Etiketleme

İktidarların uygulamalarını eleştirmek ile kimliksel etiketleme arasında büyük bir fark olduğu açık. Bu gerçekliğe rağmen geniş bir kesimin, iktidara ilişkin analiz ve değerlendirmelerini, “İslamcılık” sıfatı üzerinden yapmaları, sadece ideolojik pozisyonlarıyla açıklanamaz. Bu, İslamofobik ruh halinin dışa vurulmasıdır. Mevcut kadroların, siyasi faaliyete başladıkları ilk günden itibaren, “muhafazakâr demokrat” sıfatını kullanmalarına rağmen, “İslamcılar” diyerek suçlayıcı bir dil kullanmak, bahsettiğimiz ruh halinin göstergesidir. Bu yaklaşımın ülkeye hiçbir katkısının olmadığı çok iyi biliniyor. Çünkü yapılan şey değişimi anlama ve analiz etme değil, bir kesimi mahkûm etme. Diğer yandan bu tür kimliksel etiketlemeler, son yıllarda ortaya çıkan ittifak denklemini, bu denklemin oluşturduğu milliyetçi etkiyi, dile yansıyan ulusalcı söylemi, ulusalcıların savunduğu tezlerin ilgi görmesi ve dillendirilmesi gibi birçok gerçeği görmezden gelmektir.

Unutulmasın ki, her türden kimliksel etiketleme, nesnel değerlendirmeleri imkânsız kılar ve anlamaya değil, mahkûm etmeye davetiye çıkarır. Dolayısıyla, bu çerçevede yazılan yazıların çoğunluğunun analiz olmadığını, kimliksel etiketleme olduğunu söyleyebiliriz. Temel soru şu; bu tür değerlendirmelerde bulunanlar, ülkenin 2016 sonrası ortaya çıkan siyasal rotasını ve tasavvurunu hangi düşünsel ve siyasal anlayışla açıklıyor? Herhalde bu İslamcılık değil. Bu konuyu yazanların temel sorunu, kendi mahallelerine, muhalefet blokuna, blokun milliyetçi yapısına laf söylemekten kaçınmaları ve kolay olanı tercih edip, kimliksel etiketleme yapmalarıdır.

 Ne Yapmalı?

İktidarın dönüştürme gücü ve etkisinin olması anlaşılabilir. Kitle hareketleri ile siyasi partiler bunu absorbe de edebilir. Ancak sorun olan; devletle özdeşleşmek, devletvari tutumlar sergilemek, kendini ‘sahip’ görmek ve bu durumun sonsuz olduğunu vehmetmektir. İktidara gelme sürecinde ortaya konulan ideallerde yaşanan erozyon konusunda tek bir söz söylememektir. İnsan ile devlet arasındaki ilişkiyi tanımlayan, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ifadesini tersten işletmektir. Sağlıklı bir dönüşüm ve muhasebe yerine, ‘iktidar nimetleri’ üzerinden bir denklem kurmaya çalışmaktır. Eleştiriye kapalı olmaktır. Bunlar olunca, yaşanılan dönüşüm/dönüştürmeyi durdurmak, tersine çevirmek ve halk desteğini toparlamak oldukça zorlaşır.

 Burada üzerinde durulması gereken konulardan birisi de iktidar süreçlerinde devlet ile kurulan özdeşlik ve bunun sonucu olarak siyasal iktidardan çıkıp devlet iktidarı olma fikriyatına teslim olmaktır. Bu durum; bir yönüyle siyasal kültür ve devletin bu siyasal kültürdeki yeriyle alakalı, diğer tarafı ise kurumsal yapıyla ilişkilidir. Vesayet sistemi ve devletin kimlik dayatma kapasitesi, siyasal ve toplumsal hareketlerin, siyasal iktidar mefhumunu devlet sahipliği şeklinde ‘tefsir’ etmelerine yol açıyor. Akılda tutulması gereken konu, devlet iktidarlarının rejim, klik veya ‘politbüro’ iktidarları olduğu gerçeğidir. Bunu yaşayan ülkelerde olumlu sonuçların alındığını söylemek ise çok zor. Dolayısıyla kitle partileri, her daim kitle siyasetini, devlet iktidarı olma güdüsüne tercih etmelidir. Çünkü ya kitle siyaseti yapılır ya da devlet iktidarı olunur. Aynı anda ikisini birlikte sürdürmek mümkün değil.

Bahsettiğimiz bu durum, bir biçimiyle düşünsel savrulmadır. Bunun önüne geçilmesinin yollarından birisi de olumsuzluğu engelleyecek kurumsal denge-denetleme mekanizmalarının dizayn edilmiş olmasıdır. Bu yapılmadığı zaman, dönüşüm ve dönüştürme süreçleri kolaylaşır. Mevcut haliyle, siyasi partilerde, buna ilişkin sağlıklı bir çalışmadan, tartışmadan bahsetmek zor. Var olan tartışmalar -muhalefet bloku dahil- yapısal zeminden ziyade, şahıs merkezli yürüyor. Bu ise meselenin esasının ıskalanmasıdır.

Ne yapılması gerektiğiyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken diğer bir sorun ise çoğulculuk konusundaki tutumlardır. Siyasi partilerin büyük kısmı, çoğulculuk konusunda sorunlu. O zaman dikkat edilmesi gereken konu, topluma çoğulculuk öneren herhangi bir siyasal yapının samimiyet testi, bu çoğulculuğu kendi içinde uygulamasıdır. Kendi içerisinde çoğulculuk fikrine, farklı seslere, eleştiriye tahammül etme kapasitesine sahip olmayan yapılar topluma da ancak ve ancak tekçiliği önerebilirler. Bu yaklaşımın ve düşünsel anlayışın doğal sonucu ise kitle siyasetinin devlet iktidarına kurban edilmesidir. Bu tür yapılar, toplumsal beslenme damarlarını kestikleri için siyasal ufuklarını kapatmış ve geleceklerini tehlikeye atmış olurlar. Bu hem siyasal hem de sivil alan için geçerlidir.

Yazının tamamı: perspektif.online