Güncel sorulara cevaplar


 Ali BÜYÜKŞAHİN    24-04-2016  


Allah Teala dünya ve ahiret nimetlerinin birtakım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır. Öyle ise, onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek İlahî kanunlara zıttır. Allah’tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Cenab-ı Hakk’tan çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, cennet istemenin yolu da İlahi emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah’ın takdiridir. Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlahî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibadet etmeksizin ebedî saadet beklemek de takdire karşı gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.

Dolaysıyla kişinin başına şunların bunların geleceği yazılarda belli olsa da, onlar geldiğinde ne yapmayı seçeceğini zatıyla zaman-mekân dışı olan Allahtan başkası bilemez. Kader dediğimiz nihai, ezeli bilgi ise bu sürecin tamamını kapsar. Başına gelmeye hazırlananları da, onlardan değişecek olanları da, kişinin dua edeceğini de, tövbe edeceğini de Allah ezeliyetten bilir.

Dua ederek veya halimizi değiştirerek gelecekteki belirlenmiş tehlikeden korunmuşsak, bu da kaderde mevcuttur. Duanın belâyı önlemesi de, kaza ve kaderdendir. Kalkan, oka siper olduğu gibi dua da, Allah Teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir.

“Madem Allah kaderimi ezelde takdir etmiş öyleyse değişmez” deyip kadere dayanarak duadan vazgeçmek bir kaderiyecilik olur ve yanlıştır. Bunun yerine duayı da Allah’ın takdirinin bir parçası kabul edip dua etmek gerekir.

Duanın ibâdet yönünden başka, dünyevî ve şahsî hayatımızı ilgilendiren ayrı bir yönü daha vardır: Dua etmek suretiyle arzularımızı, ihtiyaçlarımızı, bir başka ifade ile gerçekleştirilmesi gereken hedefleri ifadeye döküyor, şuur haline getiriyoruz. Yapılacak işleri bir bakıma gündeme getiriyor, plana programa alıyoruz. Rabbimizden dilimizle, sözlü olarak istediğimiz şeylerin gerçekleşmesi için gerekli sebeplere başvurmaya geçiyor, imkânlarımızı, kapasitemizi kuvveden fiile geçiriyoruz. Sözgelimi, ALLAH Teâlâ’dan buğday isteyen çiftçi, sabanla rahmet kapısını çalmalı, diğer gerekleri olan gübreleme, sulama, koruma gibi sebeplere de başvurulmalıdır. Zira ayet-i kerimede:

“İnsan için, kendi çalıştığından başkası yoktur.”1 buyrulmuştur.

Öyle ise kişinin temin etmek istediği her ihtiyacı önce dil ile ALLAH Teâlâ’dan isteyip, sonra da çalışarak elde etmesi, neticede “kendine ulaşan maddî ve manevi her çeşit hayrı, bir ayakkabı bağı bile olsa, ALLAH Teâlâ’dan bir lütuf, bir ikram bilmesi” müminlik edebidir.

e ise küfrü gerektiren söz veya hareket, henüz duhul (zevc ile zevcenin münasebeti) olmadan evvel olmuş ise Hanefi mezhebinde olduğu gibi nikah feshedilir. Yoksa iddetin bitimine kadar beklenir. Bu müddet içerisinde tekrar İslam’a dönerse nikah devam eder. Yoksa nikah, riddet edildiği andan kalkmış olur…

Bu soruyu zaman ve mekân algısıyla düşünecek olursak, mantık oyunlarının içinden çıkamayız. Kaderin gelecek yani zaman olarak algılanması, bu soruların ortaya çıkmasına nedendir.