DÜNYANIN MERKEZİ


 Zehra ÇOLAK Doktora Öğr.    08-12-2015  


Dünyanı merkezi neresidir’ diye sorulduğunda, kimi büyük bir hayranlıkla “Avrupa” diye yanıtlar. Kimi de, 1492’de başlayan serüveniyle “Amerika” “dünyanın merkezi” ya da “uygarlığın” kökeni diye dillendirir. Kimileri de “uygarlığın güneşi doğudan doğar” der. Egemene göre yapılan bir söylemdir. Dile getirilenler. Hiç kuşkusuz böylesi bir ilinti kurulabilir, ancak bugün doğunun dünya konjonktüründe aldığı yer pek te sanıldığı kadar böylesi bir nedenselliği doğrulamıyor. Özellikle kendi kimliğini, uygarlığını, kültürel ve maddi değerler toplamını küçümseyen toplumsal yapılar, ciddi öykünme sıkıntıları yaşamaktadır. İşte bu noktada, dünyanın merkezinin ya da uygarlığın kökeninin hep bu öykünmeler doğrultusunda biçimlendiği görülmektedir. Osmanlı’nın tükenişine doğru yaşanan tartışmalarda öykünmenin, hayranlığın bir göstergesidir. Onun içindir ki o dönemlerde kimilerine göre “Amerika dünyanın merkezi”dir ve “Amerikan mandası” olmak en iyisidir ya da İngiltere, Fransa… “hasta adam”ı iyileştirecek iksiri egemenlerde arayanlar da korkunç bir aşağılık duygusunun yansımasını yaşamışlardır. Bugün de aynı çatışmayı yaşayan beyinlere, yüreklere tanıklık ediyoruz. Çok yakında “manda” arayışı da gündeme gelirse hiç şaşırmamak gerekir. Güzel dünyalar, mutlu günler, sorunsuz bir yaşam dürtüsüyle başlayan arayış bir bakıyorsunuz ki ilkel benin arkasında yatan itkilere dayanan bir arayışa dönüşüyor. Ardından isteklere, istemlere dönük söylemle oluşan bir dünya yaratılıyor. Kurulan düşler, sonuçta beyinde yaratılan bir düşler ülkesine dönüşüyor. Basit bir popülizm gelgitinde salınan bu düşünceler bir bakıyorsunuz ki toplumun çok önemli bir kesimine egemenlik kurmaya başlamıştır. Türkiye işte böylesi bir tablonun içerisinde yer almaktadır. Basit popülizmle yaratılan düşler ülkesine davetiyeler gönderen “aydınlar”, “siyasetçiler”, “bilim adamları”, “işadamları”… dün olduğu gibi bugün de bizleri kurtaracak, kendi gerçeklerimiz ve gerçekliğimizdir.

Aynı sürecin bir değişik kesitini bir kendi içimizde yaşıyoruz. Türk yükseköğreniminin genç, dinamik, etkin alanı iletişim, gerek akademik boyutuyla gerek sektör boyutuyla kendi gerçeklerini ve gerçekliğini görmek zorundadır. Sektörün bugün içinde bulunduğu teknolojik donanım üstünlüğü, elbette düne göre övünülecek değerdedir. Ancak, görünen o ki, teknolojik üstünlük, sunulan ürüne, hizmete artı değer kazandırmıyor. Sektörel anlamda yaşanan tartışmalar içerisinde, ortalığın tam anlamıyla toza dumana boğulduğunu söylemek olasıdır. Öylesine bir dünya ki, anlatılan öyküde sokaktakinin değil, kendi yarattıkları dünyanın insanlarının öyküsüdür; ki bu dünyanın kurmaca, halk değişiyle “yalan dünya” olduğu da gün gibi ortadadır. Kaleme alınan bu metinde, dertleri sıralamak, dile getirmek amaçlanmıştır. Dolayısıyla sektörün sorunlarını bir kenara bırakarak, kendi gerçeklerimize ve gerçekliğimize dönelim.

Öykünün kahramanı, iletişim öğrenimi üzerine düşüncelerimizi paylaşmak ve bir anlamda gerçeklerimizi ve gerçekliğimizi sunmak üzer bu satırları işgal ediyoruz. Olabildiğince nesnel bir anlatı, olabildiğince “arabesk” ve yazgısal bi kabullenişten uzak bir anlatı sunmaya çalışacağız. Bunca girizgahtan sonra gelelim öykünün anlatılışına. Karmaşık, kırık ve net olmayan bir dil yerine, açık, yalın ve tüm çıplaklığıyla bir iççöküş gözlemleyeceksiniz satırlar arasında. Dolayısıyla anlatılanların dağılmaması, karmaşık bir yapıya dönüşmemesi için madde, madde düşünceler özetlenecek ve dile getirilecektir..