Gâvur Mahlesi: Gerçek Kesitler, Yorumlar ve 13. Bölüm
Hüseyin Tepeler 30.01.2022 12:08:42
GERÇEK KESİTLER: (EBE) SAFİYE YAMAC
İtiraf ediyorum, Gavur Mahlesi’nin gerçek karakterlerinden bazıları ilk günden beri aklımda ama kendilerini hep erteliyorum. Ödüm kopuyor bir gün kendilerinden de bahsedeceğim diye. Bunu kötüye yormayın, aksine..
En beceriksiz yazar bile birinden ya da bir şeyden bahsederken “Şimdi nasıl desem, anladınız siz, yok olmuyor, kelimelerle anlatılmaz ki” gibi laflara kesinlikle başvurmaz. Başvursa zaten yazar olmaz. Yazar denen kişi, “Hah evet işte tam da o, vallahi benim de aklımdaydı ama sen daha güzel anlattın” dedirten değil midir? İşte o yüzden korkuyorum sıranın bazı insanları anlatmaya gelmesinden.. Ben daha güzel anlatamam diye!
Deneyeceğim, belki bunun vereceği cesaretle önümüzdeki haftalarda diğerlerine de değineceğim. (Sakın ola bu, daha önceki haftalarda anlattığım insanların beni daha az etkilediği anlamına gelmesin, hepsinin ayrı ayrı ayağının altına türap olurum..)
Diyerek bölümün sonuna geliyor ve anlatamadığım kadarıyla övünmeyi seçiyorum.. (Bir gün yeniden deneyeceğim canım teyzem..) Anladınız siz onu!!
GÂVUR MAHLESİ/13. BÖLÜM: “KAN ÇİÇEKLERİ”
Bazı uzmanlar insanoğlunun sadece iki gerçek dürtüyle doğduğunu iddia eder: “korku” ve “kaşıntı”. Korku hadi yine neyse de kaşıntının adı bile sizlere yeterince absürt gelmiştir. Onca duygu onca içgüdü varken neden kaşıntı? Şu örnekle cevaplayayım: Vücudunun herhangi bir uzvunu kaybeden bazı insanlar, misal bir adam kolunu bir kazada kaybediyor ve o olaydan yıllar sonra intihar ediyor. Sebep ne mi? Hayır bu durumun verdiği sosyo-psikolojik baskı değil, onu çoktan aşıyor adam, ama bir tek şeyi yenemiyor, çıldırıyor hatta: Olmayan kolunun üstünde hissettiği ve bastıramadığı kaşıntı duygusu!
Aşk.. Sahi aşk nedir? Bilmem! Kimse de tam olarak bilmez.. Fakat gelin görün ki yeryüzünde kaç insan varsa, olmuşsa, olacaksa, “aşk”ın da o kadar tanımı ve tarifi vardır. Yılmaz Erdoğan bir oyununda aşktan şöyle bahseder: “İçine edilmesi tarif edilmesinden daha kolay olan bir şey.” Bu senaryoda ise yazar, on yüz bin milyonuncu tarifi yapıyor aşka: “KORKU VE KAŞINTININ BİLEŞKESİ”dir diyerek..
Hüseyin: “Bana ne yav önce sen söyle!”
Hasret (Gülümseyerek): “Yok sen söyleyeceksin!”
Hüseyin: “Anladın işte..”
Hasret: “Salak, anladım tabi, ama söyleyene kadar bir yere bırakmam seni!”
Hüseyin (Kafasını bir yana çevirip el hareketiyle): “Halla hallaaa..”
Hasret: “Üff tamam söylemezsen söyleme, salak!”
Evet, Hüseyin korkmuştu!
Hasret mahalleye taşınalı bir sene olmuştu. Hüseyin daha ilk saniyede kendisine deliler gibi aşık olmuş, onlarca defa bin bir bahaneyle O’na bunu ispatlayacak şeyler yapmış, ancak hiçbir zaman bunu kendisine açık açık söyleyememişti. Yok yok, kendisine söylemiş, ama kızın kendisine söyleyememişti..
“Ben seni çok seviyorum!” demek anlamına gelen neler yapılabilir? Sayalım isterseniz. Ya da durun, neler yapılamaz, onlardan birini anlatalım:
Sevdiğiniz kızın evinin arka bahçesindeki saksılardan birinden bir gülü koparıp duvarların üstünden zor bela ve hızlı adımlarla geçerek sokağı dolaşıp aynı evin ön bahçesine gelip aynı gülü aynı evin ön kapısına bırakır mısınız? Hüseyin bıraktı. Hem de rezil rüsva bir halde. Gülü o minik elleriyle koparmaya çalışırken başaramayıp ön dişleriyle dalını ortadan yırttı ve dikenlerini avuçlarıyla çekiştirip elini kanatarak uzaklaştı oradan.
Mahalle ot ve çiçek bakımından zengin sayılırdı. Papatyaya benzeyen küçük yabani sarı çiçekler, zakkumlar, orman binasının ağaçlarından sarkan ve çok tazeyken yenebilen beyaz çiçekler, hah evet akasya çiçekleri, o enfes kokulu ve dibinden bal akıtan hanımeli çiçekleri ve sadece ucu mor renkle çiçeklenen ve geri kalanı dikenden ibaret olan o tuhaf bitkiden her yerde bol miktarda vardı. Mahallede sadece gül yoktu! Onun kralını da Hasret’in annesi memleketinden getirmiş, onca eşyanın arasında ezilmesine gönlü razı olmadığı için Adıyaman’a kadar kucağında taşımıştı. Gül mahallede ikinci baharını yaşayacakken kendisini yetiştiren kadının kızına hediye edilmek üzere hunharca koparılmış, bunu yapana da bedelini kanla ödetmişti!
Herkesin her an her şeyi konuştuğu mahallede birkaç detay, olayın failini çabucak ele vermişti. Koparılmış bir gül, saksının dibindeki birkaç damla kan ve o gün eli fena halde hırpalanmış bir Hüseyin. Eli, kendisini ele vermişti. İşin tuhafı, gülü tam da Hasret’in okula gitmek için evden çıkacağı dakikalarda evin önüne bırakmış, hemen sonrasında o yıldan bu yana hala bahsi edilen o müthiş yağmur ve fırtına başlamış, Hasret de bu sebeple evden çıkamamıştı. Hüseyin gülü bırakır bırakmaz son hızıyla okula koşmuş, yağmura yolda yakalanmıştı.
Okula arkadaşlarından daha erken gitmek zorundaydı zaten. Çünkü sınıf başkanıydı ve her sabah ilk görevi arkadaşlarının evden getirdikleri odunları sobaya atıp tutuşturmaktı. Sobayı yakarken “Acaba Hasret gülü görünce ne hisseder? Benim bıraktığımı anlar mı? Teneffüste beni görünce ne yapar?” gibi düşüncelere daldığı için elinin hala kanamakta olduğunu hissetmedi bile. Neyse ki öğretmeni içeri girer girmez ilk bunu fark etti ve çabucak Hüseyin’in elini tentürdiyotla temizleyip güzelce sardı.
Hasret ilk teneffüste bahçeye çıkmadı. Kimse çıkmadı zaten. Müthiş bir yağmur ve kulakları sağır eden gök gürültüleri herkesi sınıfına hapsetmişti. Dakikalar içinde koca bir göle dönmüş olan okul bahçesinde duvarların dibinden başka yürünecek yer kalmamıştı. İkinci ders başlamadan okulun tatil edildiği haberi gelmiş, öğrenciler karınca sürüsü gibi tek sıra ve hızlı adımlarla okuldan uzaklaşmaya başlamıştı. Hüseyin bir yandan önündekilere ayak uydurmaya çalışırken bir yandan da o kalabalıktan Hasret’i seçmeye çalışmış, bir türlü göremeyip eve doğru seğirtmişti. Aniden durdu.
Gavur mahlesinden Biraralık İlkokulu’na inen yokuştan aşağı akan yağmur suyunda bir kırmızılığın aşağı doğru süzüldüğünü fark etti. Bu gelen o güldü..
O gün o okulda sınıfından en erken çıkıp evine en geç varan Hüseyindi kesin. Ve fakat bu başarısı annesinin terlik konusundaki şahane ustalığıyla çok kötü cezalandırılmıştı. Dayağa mı yansaydı, güle mi, Hasret kalmaya mı..?
Evet, Hüseyin kendisi kaşınmıştı!
(Sonraki gün)
Bahtiyar: “Ne yaptın, gülü verdin mi kıza?”
Hüseyin: “Yaw sorma, kapısının önüne bıraktım, yağmur aldı götürdü.”
Bahtiyar: “Ney? Kapısının önü mü? La olım gendisine vereydin ya?!... Aha, seninki gelor!”
Hüseyin: “Kim? Eyvah, vallahi buraya gelor!”
Bahtiyar, Hüseyin’in yüreğini açabildiği, bunu yapınca kendisiyle dalga geçmeyen, en sağlam arkadaşıydı. İki sokak ötede oturmalarına rağmen her gün muhakkak ikisinden biri ötekine uğrar, son görüşmelerinden beri bütün olan biteni konuşurlardı.
(Bahtiyar, Hüseyin’in “Gitme yahu, heey, bırakmasana beni” manasındaki zavallı bakışlarına rağmen oradan gülümseyerek uzaklaşır.)
Bahtiyar: “Hoşçakal gözüm!”
(Hasret gelir.)
Hasret: “Günaydın beyefendi! Geçmiş olsun. Hayırdır? Ne oldu eline?”
Hüseyin: “Hiiiç, cam kesti..”
Hasret: “Tabii tabii. Annemin en sevdiği çiçeği de aynı cam kesmiş galiba! (Öfkesini saklayamayarak) Söyle bakalım, kime götürdün o gülü?”
Hüseyin: (Panik ve telaş içerisinde) “Kimseye vermedim. Veremedim. Yağmur aldı. Vallahi veremedim. Sen…”
Hasret: (Gözleri dolarak, kısık bir sesle) “Yağmur mu aldı? Demek ki gizemli kızın adı yağmur.. Güzel mi bari?”
Hüseyin: “Ya ne kızı ne yağmuru! Sana getirdim, okula gelmedin, yağmur yağdı.. Off yaav!”
Hasret duymak istediği cevabı almış ama yine de sinsice Hüseyin’in üstüne giderek:
“Bana ne! İnanmam! O zaman beni sevdiğini söyle!!”
>>>>> DEVAMI HAFTAYA